Hakkımda

Fotoğrafım
25.04.1986 tarihinde Tekirdağ’ın Saray İlçesinde sabaha karşı 04:00 sularında dünyaya gelmişim. Ailemin 2. Çocuğuyum. İlkokul 1. Sınıfın ilk dönemini Çatalca ilçesine bağlı Karamandere Köyün’de ikinci dönemini de Saray İlçesinin Güngörmez mahallesinde okudum. 2.sınıf ve mezun olana kadar(1996) Saray Cengiz Topel İlkokulunda okudum.2000 yılında Atatürk Ortaokulundan,2004 yılında da daha sonra ismi Mustafa Elmas Arıcı Anadolu Lisesi(MEAAL) olan Saray Anadolu Lisesi’nden(SAL) mezun oldum.İlk yıl kazanamadığım üniversiteye 2006 yılında kendi imkanlarımda dershane parası vererek 4 aylık çalışmayla Süleyman Demirel Üniversitesi(SDÜ)Gönen Meslek Yüksek Okulunu Büro Yönetimi ve Sekreterlik Bölümünü kazandım.Yarım dönem uzatmak zorunda kaldığım SDÜ’den 2009 yılında mezun oldum ve Anadolu Üniversitesi İktisat fakültesine İktisat Bölümüne aynı yıl kaydımı yaptırıp 2012 yılında 4 yıllık diploma sahibi oldum. Şu an halen Açıköğretim Üniversitesi ikinci üniversite kapsamında Laborant Sağlık ve Veteriner Sağlık okumaktayım.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Biz ne yapmışız böyle...

Kösebüvetüstü,Ergene deresi,Karaçalılık,Sultantepe,Mezarlık,Kurban tepe,Köyiçi,Dut arpalığı,Arkondu pınarı,Maltepe,Çoban pınarı,Karaağaç,Güneşkaya,Sepetçiiğreği,Tahirefendi korusu,Rum bağları,Midye yolu,Kavakdeğirmeni,Bakacak yolu, Marmaracık, Kemerbuzağılık, Liman alanı,Köy civarı,Koca elma,Söğüt tarla,Çerkez mezarlığı,Kiremit tarla,Gürgen kışla, Aytanın mekanı,Gayikalan,Kirazlı mekan,Derviş çayırı,Sırtarla,Kurcadere,Yetim kışla, Demirkapı,Değirmendere,İbrahimağanın kışlası,Hacının eriği, Kızılağaç, Kışlaaltı, Yalıyolu, Yanıklık, Menteşe dere,Bağlar arkası, Kabaağaçlar, Ortabayır, Ortayolaltı, Kömürcüyolu, Kumtepe,Kuştepe,Kartaltepe,Yatsı geçit, Üsküdarbaba, Kumardere, Bağlar,Saraysırtı, Praznalık,Keçikışlası,Dokuzun göl,Bağlar arkası,Kabalık sırtı,Kocagöl,Kasımereği,Eski bağlık, Tepecivarı,Adaiçi,Cerenler bayırı,İlandere,Palamut dere,Kışla,Cabaz tepe, Eski bostanlık, Dorukağıl,Dere alçağı,Kurtdere çatağı,Gölge söğüt,Hacıoğlu tepesi, Ana dere, Babadağlı, Soğanlık, Mahalle kenarı….
            Sıkıldığınızın farkındayım ama 25 mahalleden mevki bulmak kolay olmadı. Tabi hepsinden bulabildiysem. Ama eğer sıkılmayıp okuduysanız buralar Saray’ın civarındaki tarlaların mevkileri. Yani tam olarak şöyle söylesem yanlış olmaz. Hani siyasetçilerden birinin ünlü bir sözü var.’parsel parsel satış’ diye. Bu anlatmak istediğim şeyi tamda özetliyor.
            Yukarıda sayılı tüm tarla, arsa, bağ-bahçe  belki de bir zamanlar bizlerin yerleriydi. Hazır yiyici bir toplum olarak hep tüketme yolunu seçtiğimiz için hiçbirini elimizde tutamamışız. Ondandır bu isimleri ilk kez duyuşumuz.
Ne yapmışız?
            Kimse kusura bakmasın ama parsel parsel satmışız. Dedemizden kalmış satmışız, nenemizden kalmış satmışız, miras kalmış satmışız, lazım olmuş satmışız, ucuza almış biraz pahalısına satmışız. Doymamışız oturduğumuz yeri satmışız, kiraya çıkmışız kredi çekip ev almışız, ödeyememişiz hacizlik olmuşuz…
Ama alan daraldıkça satmaya yer kalmadıkça küçük dünyamıza dönüp elimizde kalanlarla uğraşmaya başlamışız.
Ne mi yapmışız?
            Dükkanımız kapanmış karşı esnafı şikayet etmişiz, elektriğimiz kesilmiş komşumuzu ispiyonlamışız, azcık para kazanan dostun işine göz koyup aynısını açmışız, onun alacağını düşündüğümüz her şeye ondan önce sahip olup üstünlük kurmaya çalışmışız, başarılı olmuş alaşağı etmek için uğraşmışız, kazanmış haram demişiz, kaybetmiş sevinmişiz, batmış gülmüşüz elinden tutacağız diye ödümüz kopmuş.
            Küstürmüşüz, kızdırmışız, kırmışız, üzmüşüz, iftira atmışız, yalnız kalmışız. Alanımız daha da daralmış.
Ne mi yapmışız?
            Ağabeyimize fesatlık, kardeşimize hasetlik, akrabamıza yalancılık, eşimize kıskançlık yapmışız. Ailemizi dağıttığımızın farkına vardığımızda onlar da dâhil yanımızda kimse kalmadığını anladığımızda daralan alanda tek başımıza kalmışız.
            Ve bir bakmışız ki kendimizle iç savaş halindeyiz. İşe yaramaz, gereksiz ve faydasız hisseder olmuşuz kendimizi. Bir servetin bir ailede 30 yıl kaldığı varsayılıyorsa eğer koskoca 30 senemiz böylelikle heba olmuş. Geriye dönüp baktığımızda kimsenin işine yarayacak bir şey yapmamışız.
Ne mi yapmalıyız?

Eğer hala yaşıyorsak, bir şeyler yapabilecek gücümüz varsa, adımızın iyilikle anılmasını istiyorsak ve bir eser bırakmak istiyorsak ölmeden önce, en azından ardımızda kalanlara temiz bir soy adı bırakmak için sonuna kadar elimizde olan her şeyimize sahip çıkmalıyız. İlk önce namus ve şerefimiz olmak üzere…

26 Kasım 2016 Cumartesi

Çayı Soğutmayalım

‘Ateş olmayan yerden duman çıkartmak’ adlı yazımda unutulması gereken saçma sapan kaba etimizden uydurduğumuz adetleri  ve yaparken insanları rahatsız ettiğimizi bile anlamadığımız alışkanlıklarımızı yazmıştım. Sebepsiz korna çalmak, evliliğe mahalle baskısıyla zorlanmak, eğlenirken havaya ateş açmak, çocuk gelin, kan parası,  töre cinayeti gibi örnekler vermiştim. Peki, keşke unutulmasa ve yaşatılsa dediğimiz alışkanlılarımız yok mu? Ya da vay be ne güzel bir gelenekmiş dediğimiz şeyler olmuyor mu? Oluyor. Hadi gelin birde onlara bakalım.
                Biliyorum birçoğunuz buna karşı çıkacaktır. Ha ben olsun demiyorum ama ne güzel bir gelenekmiş demeden de duramıyorum. Osmanlı zamanında şimdi olduğu gibi komşuluk ilişkileri çok varmış. Ama o zamanki yaşamda evlerin kapısında iki adet kapı tokmağı bulunurmuş. Eve erkek misafir geldiğinde kalın ses çıkartan kapı tokmağını bayanlarda ince ses çıkartan kapı tokmağını çalarlarmış. Misafirliğe gidilen ev ahalisi de kapıyı ona göre açarmış. Bu gün birçok görgü yoksunu rastgele kapıyı açarak uygunsuz şekilde sizleri karşılayabiliyor. Bu duruma kendimiz denk geldiğimizde de evde bulunan bayanı kapı açmaya yönlendirene kadar kişiyi kapıda ağaç edebiliyoruz. Nasıl olur bilmem ama teknoloji kullanılarak bir şeyler düşünülebilir bunun hakkında.
                Mesela Saray’da olup olmadığını hatırlamıyorum ama ramazan aylarında cami minarelerine asılan mahyalar. Görmek kısmet olmadı desem yeri vardır. Ama çok hoşuma gider benim o huzurlu ayda mahyalar. Belki birileri duyarda önümüzdeki ilk ramazanda bizlere böle bir jest yaparlar.
                Eskiden evlerin balkonlarında kuşların su içmesi için suluklar yapılırmış, olmayanlarda muhakkak bir kap koyarak özgürlüğün ve bereketin  simgesi bu hayvanları beslermiş. Ne güzel değil mi? Şimdiyse balkonumuza kuş konup pisletmesin diye ya kapatıyoruz(benim yaptığım gibi) ya da ölü kuş koyarak korkutmaya çalışıyoruz onları. O kadar yerli yabancı müteahhitimiz var ki acaba umurunda olup böyle bir şey yapmaya kalkan olsa hangimiz buna hayır diyebiliriz.
                Ramazan ve mahya demişken bayramlarda ellerinde poşetlerle gezen çocukları ve kendi çocukluğumu hatırlıyorum. Tanıdık tanımadık tüm evleri gezer aynı şekerden fazla olunca az olanla değiştirirdik. Şimdi çocuklar şifre konulmuş apartman kapılarından giremiyor ve balkonda duran ev sahiplerinin hakaretine bile maruz kalıyor. Diyorum ki önümüzde ki ilk bayramda apartman yöneticileri en azından akşamüstlerine kadar giriş kapılarını kapamasa ana binalarının ve her kapısı çalınan elini öptürüp şekerini verse o çocuklara ne mutlu olurlardı.
                Muharrem ayında yapılan aşure geleneği hiç bitmesin isterim mesela ben. Son zamanlarda daha fazla insanın bunu yapıp dağıttığına şahit oluyorum. Masraflı olduğunu söyleyenler olabilir, doğrudur da ama durumumuz el veriyorsa komşularımıza birer tabak aşure götürmeye devam etmeliyiz.
Bazılarının pişi dediği bizim buralarda mekik dediğimiz o muhteşem maya, yoğurt,yağ,şeker  karışımı kızgın yağda kızartılan hamur. Arife gecelerinin vazgeçilmez tadı. Ne olursunuz yeni evli kızlara da sesleniyorum buradan  eşimde dahil vazgeçmeyin bu geleneğimizden.
                ……..olma,…..doğma,……senin adın …. Olsun. Benim var. Nüfusa yazdırılmaz. Eğer yazdırılırsa ikinci ad olmuş olur. Ya bebeğin doğduğu gün ya da 7. Günü konur göbek adı. Ya büyük dedelerimiz olur isim genelde ya da ailemize faydası dokunmuş atalarımızın. Bence göbek adı konulmalı, konulmaya devam edilmeli.
                Çocuk demişken yeni doğan ailenin kapısına asılan bu evde bebek var haberi veren tabelalara bayılıyorum. Erkek olursa mavi kız olursa pembe süsler takılıyor. Buda bizim o evin kapısının önüne gittiğimizde ya da o apartmanda oturduğumuzda ses tonumuzu yada ev yaşamımızda dikkatli davranmamızı sağlıyor.
                Bazen bulunduğum lokantalarda yemeğe başlamadan önce besmele çekildiğine şahit oluyorum. Bu aslında sanırım herkesin yapması gereken bir şey ama unutuluyor mu ne? Evde bu işi bu yazımda aile reislerine zimmetliyorum. Hep beraber yenilen yemeklerde ilk besmeleyi yüksek sesle aile reisi çeksin ki unutanlar hatırlasın, hatırlayanlar tekrarlasın. Besmele çekilmeyen sofrada doyum olmaz derler.
                Sosyal medyada son zamanlarda bir akım var. Kahve içme, içilirken fotoğraf çekilme, fincanları sergileme ve yanında ikramlar. Bu yazıyı okuyanlara tavsiyem misafirine değer verdiğini fincanla ölçeceksen eğer lale desenli ve gül desenli fincanlarla ikramda bulun. Eskiden böyleymiş. Lale deseninde ‘Allah’ lafzı olduğu için Allah yardımcın olsun, gül desenli fincanda da bize gelerek evimizde güller açtırdığınız demiş oluyormuşsunuz. Ne güzel manaları varmış.
                ‘Anılarda kalırdı belki zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardakta verilmeseydi eğer’ demiş Can Yücel. Dostlarınızla, sevdiklerinizle, ailenizle, yakınlarınızla, misafirlerinizle, yabancıyla kimle olursa olsun ince belli bardaktan için çayı. Çay henüz her şey bitmedi demektir.



Şimdi ben ölsem en fazla kahvede çay soğur, ama bu saydıklarımız ölürse insanlığımız ölür.

24 Kasım 2016 Perşembe

ÖĞRETMENİM

ÖĞRETMENİM

Zil çalınca koşarım
Sınıfıma yerime,
Heyecanla Coşarım,
Başlarım derslerime

Öğretmenim kapıdan,
Selamlayarak gelir.
Günaydın çocuklarım,
Gür bir; sağ ol, yükselir.

‘Türküm, Doğruyum’ başlar,
Kutsal yemin edilir.
Atatürk’ün izinde,
İlkelere gidilir.

Temizlik denetimi,
Titizlikle görülür.
Sınıfın yönetimi,
Sevgi ile örülür.

Yoklamaya geçilir,
Mevcut bir bir taranır.
Gelmeyenler seçilir,
Nedenleri aranır.

Rapor sunan kümenin,
Dosyaları elinde,
Çevirirler masayı,
İzleyelim gelin de.

Konu başından sonra,
Didik didik edilir.
Belirlenen amaca,
İlerlenir,  gidilir.

Her gün dersin akışı,
Günlük plan gereği,
Öğretmenin bakışı,
Kazandırır ereği.

Bir saat gibi işler,
Sınıfta öğretmenim.
Beğenir müfettişler,
Hoşuma gider benim.

Arı gibi muntazam,
Emsalsiz bir mimardır.
Her mesleğin anası,
Bu, yarını imardır.

Tanrı sanatının o,
Yeryüzünde eşidir.
Karanlık dünyaların,
Sönmeyen güneşidir.


O, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün yatılı öğrencisiydi. Okulda geceler düzenlenirdi. Bu gecelerden birisi İsmail Hakkı Tonguç’un Kepirtepe’ye gezisi sırasında, isteği üzerine düzenlenmişti. Bu eğlencenin içeriği geniş olmalıydı. Şarkı, türkü, millî oyunlar ve kişisel yeteneklerin sergilenmesi gibi her türlü etkinliği kapsamalıydı. Eğlenceyi düzenleme işi ona verilmişti. O gecenin ayrıntılarını geliniz kendisinden  dinleyelim: “ Enstrüman çalan arkadaşlarım, sahnedeki yerlerini aldılar. Tüm okulda bir sessizlik, hissedilir derecede bir heyecan vardı. Konuklarımız kendilerine ayrılan yerlere oturdular. İstiklâl Marşı ile programa başladık. Tüm okulun gür bir sesle, müzik eşliğinde Millî Marşımızı söyleyişi iyi bir başlangıçtı. Başından sonuna orta oyunu, güldürü, koro, şiir, millî oyunlardan bir demet, bestelerin keman eşliğinde sunuluşu vb. Bir tiyatro okulu öğrencileri pozisyonunda, büyük yeteneklerini deneyimli aktörler gibi gösteriyor, çılgınca alkışlanıyordu öğrenciler! Dikkati çeken husus müşterek bir ahengin, birliğin ve beraberliğin sağlanması idi. Bu sıralarda orta yere çıktım ve ‘Eğlence programımızın sonuna geldik. Son kez oynayacağımız Trakya Horonuna konuklarımızın da katılmalarını, arkadaşlarım adına arz ve rica ediyorum.’ dedim. Ünlü eğitimci, Hakkı Tonguç, sırtındaki pardösüyü çıkardı, kalktığı yere bıraktı, meydana geldi. Müzik eşliğinde oyun başladı. Öğrenci arkadaşlarımız, oyunu kurallarına, figürlerine göre oynuyor, kusursuz bir şekilde kıvırıyor, izleyenleri zevkten zevke taşıyorlardı. Konuklara gelince, onlar bizim ekibe ayak uyduramıyor, aralarında sadece hop hop zıplıyorlardı. Göze çarpan bu uyumsuzluk daha da hoşa gitti. Kıyasıya alkışlandılar! Alkışların sonu gelince, Sayın Tonguç gayet memnun ve gülümseyen bir çehre ile salondakilere seslendi: ‘ Bize bu gece unutulmayacak bir eğlence sergilediniz, yarattınız ve yaşattınız." dedi.(6 aralık 2008 Muhsin Durucan’ın kaleminden)


Öğretmenler günün kutlu olsun Rafet TOPUZ öğretmenim. Tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun.

17 Kasım 2016 Perşembe

VAR MISIN YOK MUSUN

En eskisi 1933 yılına ait aşağı yukarı elimde elli adet Saray fotoğrafı bulunmasına rağmen hala yerini kulaktan duyduğum, ya da dilden dile anlatılan yerler olduğunu biliyorum. Bazıları bizler hayatta yokken yıkılmış bazıları biz daha mahalleden dışarı çıkamayacak kadar küçük çocuk olduğumuzda kaybolmuş bazılarını da  biz fark etmemişiz. Yazmadan edemeyeceğim bu yerleri. Aslında amaç hem o yerleri zihinlerde hatırlatıp beyin jimnastiği yaptırmak hem de bu yazıyı okuyup elinde o yerlerin fotoğrafları olanlardan ödünç olarak almak.
            İlk önce aklıma gelen ve aslında sarayda muhakkak olmasını düşündüğüm sokak çeşmesi. Hani genelde çeşmenin yanlarında zincirle bağlı bakır bardağı bulunan bazılarında nokta noktanın hayratıdır yazan, yazın buz gibi akan suyu olan çeşmeler. Bizim aslında bir çeşmemiz varmış. Kaç yılında yıkılmış, yıkılmamışsa nereye götürülmüş, yıkılmışsa neden sahip çıkılmamış dediğim şu anki Özel Başarı Kursu’nun ve altında Şaşkın Pazar’ın bulunduğu üniversitenin çaprazındaki alan. Boş bir arazi iken ve balık pazarı olarak kullanılırken orada bir çeşme varmış ama maalesef artık yok.
            İkincisi ise şu an yerinde yeni bir havuz olan Bilecen alışveriş merkezinin hemen önündeki alanda bulunan saat. Hayal meyal hatırlıyorum ince bir demirden direği olan aşırı bir rüzgârda sallanmaya başlayan pekte sağlam olmayan bu saate ne oldu. Neden kaldırıldı veya yenisi yapılıp konulamaz mıydı? Belki birilerinde o saatin ve anılarının olduğu bir fotoğraf vardır ve ulaştırır bizlere.
            Çete’nin havuzu hatırlarsınız çoğunuz. Cumhuriyet fırınının hemen yanında yeni yapılan hastaneye inerken. Daha düne kadar kare duvarları olan at arabalarının ve ineklerin su içerken çocukların beyaz külotlarıyla içine girdiği havuz. Sadece elimde bir adet fotoğrafı var ama çoğumuzda onlarca hatırası.
            İlçe merkezinin içinde otogar girişinin sağ tarafında şu anki Zabıta kulübesinin olduğu yerde bulunan gazeteci. O zamanki dergi ve gazete satışı yapılan tek yer. Birçoğumuzun da gazeteye sarılmış dergileri alırken hatırladığımız mavi renkteki kulübe. Biriside çıksın desin ki benim orada çekilmiş fotoğrafım var al bak tam olarak burası.
            Yeni mahalleli herkesin hatırlayacağı bir yer vardır. Artık mahalleli o kadar sıkılmıştır ki havuzun içine atılan taşları toplamaya küfür etmek, dayak atmak yerine o muzip çocuklara şunu yazmışlardı dondurmacı bahtiyarın yan tarafındaki havuza ‘terbiyeli çocuk havuza taş atmaz’.
            Belediyenin  arka tarafında bulunan sokağa sırayla çekilmiş at arabalarını hatırlıyorum mesela ilkokul yıllarımdan. O zamanın şartlarında odunumuzu, kömürümüzü, eşyamızı taşıyan boyunlarında saman yemeleri için çuval arkalarında da caddelere düşmesin diye içine dışkılarını yaptığı bir başka çuval. Var mı hatırlayan. Yok değil mi? Hepimiz hatırlıyoruz.
            Şu an ki Halk bankasının yanındaki apartman yapılmadan önce orada bulunan evin bahçesindeki garajında eski bir araba vardı. Boyumuz yetmezdi onu görmek için ama zıplayarak orda olduğunu görürdük. Eski araba dediysem bir şahin, serçe yada lada değil. Bildiğin bizim deyişimizle Atatürk zamanı arabalarından. Kimindi bu araba? Nereye gitti? Hala duruyor olabilir mi?
            Yazmak için belki çok erken ama şu an ilkokulda okuyan çocukların çoğunun hatırlamayacağı bir yer daha var. Belediye Parkı’nın Gonce Büfe tarafında bulunan köşesinde yer alan havuz. Bazen fıskiyeyle şu fışkırtılan bazen ışıklandırılıp saraya renk katan kollarımızı nereye kadar değecek diye ellerimizi soktuğumuz o havuzda yok artık. Havuz demişken birde hemen onun önünde yassı bir şekilde duran ağaç vardı. Parktaki yeşilliklerde yürümeye başlayan her çocuğun emekleyerekte olsa çıkmaya çalıştığı o ağacı hatırlayan kaç kişiyiz.
            Park fırın’ın ve Ahmet Bey köftecisi’nin karşısındaki kaldırımın heykel tarafında üç adet telefon kulübesi vardı. Sanırım yenilenmeden önce jetonla çalışıp son zamanlarında genelde askerlerin kartlı olarak kullandığı kulübeler. Acaba bu hizmet verilmiyor mu hala. Ve veriliyorsa bu yazıyı okuyanlar bir zahmet girişimde bulunup birkaç adet nostalji de olsa onlardan  taktırabilirler mi?
            Onuncusu ve sonuncusu Halk Evi. Kız akşam Okulu olaraktan kullanıldığı söylenen tam şu anki Belediye binasının yanında bulunan yapı. Ne oldu ona? Kim yıktı? Yıkarken hangi gerekçeyi gösterdiler. İnanın çok merak ediyorum.

            Tabiki de günümüz koşullarında bazılarının hiç değeri olmadığını düşündüğü bu yerlerin artık olmayışı bende eksiklikler yaratıyor doğrusu. Hiç bilmemek ya da orada olduklarını duymamak var olduklarını bilipte yerlerinde görememekten daha iyiydi. Şimdi düşünüyorum o yerleri de acaba oralar gerçekten var mıydı yok muydu?

2 Kasım 2016 Çarşamba

ATEŞ OLMAYAN YERDEN DUMAN ÇIKARTMAK

Onlarca yüzlerce binlerce belki de milyonlarca… Örf, adet, gelenek, görenek, anane… Bir çoğunu unuttuk bazılarını yok ettik birazını kullanıyoruz yarısı değiştirdik. Bu yazımda unutulmasının çokta sıkıntı olmadığı, unutulunca artık eskisi gibi aranmayan olmasa da olur dediğimiz ölmesi gerektiğini düşündüğüm adetlerden bahsedeceğim.

     Mesela ben evlenme düğünlerinde gelinin beyazlığından çok altının sarısının gözükmesini isteyen kız tarafının aile büyüklerinin o bağnaz düşünceden kurtulmasını  istiyorum. Zaten insanlar asgari ücretle veya bir fazlasıyla uzun süre çalışıp maddi durumunu evlenmeye hazır getirmiş bir de tüm yatırımını altına yatırsın istiyorlar olmaz arkadaşlar bu adet ölmeli…

     Tanımadığın kişiye bile davetiye verip sünnet, nişan, düğün törenine çağırma bence ölmeli mesela. Hatta utanmayıp soyadın neydi diye bile soranlar olduğu sürece o düğünlere ben gitmeyeceğim sizlerde gitmeyin.

     Gecenin bir yarısı kız arkadaşını veya erkek arkadaşını evine bıraktıktan sonra hatta bazen sarılıp öptükten iyi geceler diledikten sonra arabadan inmesine mukabil korna çalmak. Yapmayalım bunu tamam zaten arabanın içinde iyi dilekte bulunduk zaten kornayla bunu tekrarlamaya gerek yok yapmayalım ne olursunuz.

     Selamlaşma merasimlerinde nasılsınız, iyi misiniz demek bence ölmeli. 10 kişi var ve hepsine toplu olarak soru sormak bazılarının sana cevap vermemesine sebep olabiliyor. Eğer bir ortama girilmişse herkesin hali hatırı tek tek sorulmalı bence ki insanlar kendini daha özel ve daha yakın hissettin sana.

     Okulunu bitiren kıza askerden gelen erkeğe evlilik ne zaman diye sormak, nişanı fazla uzatmayın demek,evlenince çocuk ne zaman diye sormak,ilki olunca ikinciyi düşünüyor musunuz diye ısrar etmek ölmesi gereken ilk 5 arasında olmalı.

     Askere uğurladığımız gençlerimizin otobüsünün önünü onlarca kez kesip en sonunda İstiklal marşını okutmak bence demode oldu artık. Hem insanların zamanını çalıyoruz hem de ailesinin kopamamasına sebep oluyoruz.  Öpelim harçlığını verelim sarılalım helallik verelim binsin otobüsüne arkasına bakmadan daha fazla onu da üzmeden çıkıp gitsin.

     Birçoğunuz karşı çıkabilir ama düğünde gelinin baba evinden çıkarken beline kırmızı kurdele takılması bence ölmesi gereken ilk 5 adet arasında. Neden herkes bunu bilmeli. İlgili olan kişi sadece damat değil mi?  Ya da erkeğe neden bir şey takılmıyor da sadece bayana takılıyor. Hani eşitlik…
Düğün konvoyları. Zaten kalabalık olan caddelerde birde onlarca araçla klakson çalarak gezmek ne kadar mantıklı. Hastası olan, bebeği olan cenazesi olan düşünülmemeli mi bu durumlarda. Ya bir ambulans yada bir itfaiye geçecek olsa ve geçemese katlanabilecek miyiz yaşanan acının tarifine.

     Düğünlerde, yılbaşında, eğlencelerde havaya ateş etmek ne kadar salakça bir şeydir ya. Eğer gören olursa suratına tükürsün.

     Trafik ışıklarında dururken daha yeşilin söndüğünü görüp sarı ışık yanmadan kornaya basmak artık bitmeli bence. Ha gelenek mi örf mü değil ama yaşatılan bir olaydan lütfen vazgeçelim. Özellikle bayanlar, yeni şoförlüğe başlayanlar ve sinirli insanlar için sorun yaratabilir.

     Yeni ev alana, yeni eve taşınana, yeni evlenene, başka eve taşınana borcam almak. Bence ölmesi gereken ilk 5 arasında 5. Sırada.

     Yıllar sonra biriktirdiği parayla ya da zar zor parasının üstünü kredi çekip tamamlayanve kendine araba alan kişiden hadi şunu ıslatalım diyerek bir şeyler beklemek çok saçma değil mi? Olması gereken onun bize bir şey alıp yedirip içirmesi mi yoksa kendi aramızda para toplayıp ne bileyim kış lastiği,koltuk kılıfı, bir depo benzin doldurmak mı? Hani bizim birlik beraberlik duygularımız. Yanlış mı düşünüyorum?

     Koskoca bir sene boyunca çoğunlukla yokluğunu hissetmediğin senin onu onunda seni yeri geldiğinde görmezden geldiği, halini hatırını sormayan eş dost akrabanın bayramda ziyaretine gidilmesi. Ölsün binlerce kez hem de…

     Otobüslerde bayan yanına erkeklere bilet verilmemesi veya yanına oturan erkeğe kalmasını rica eden kadının beynine yerleştirilmiş o saçma düşünce. Yahu insanız biz erkeğiz sapık değil  tecavüzcü katil değil. Sevdiklerine veya işine ulaşmak için seyahat etmek zorunda kalan bireyleriz.

     Çocuk gelin, kan parası,berdel,başlık parası ,kan davası, erkeğin kendini bayandan üstün görmesi. Açıklama yapmak bile istemiyorum ama derhal ölmeli hatta el birliğiyle öldürülmeli.

     Birde bizim kendi kaba etimizden uydurduğumuz gelenek olduğunu düşündüğümüz adet edindiğimiz şeyler vardır. Bunlar genellikle hem komik hem düşündürücü, hem saflık derecesinde tabi bazen de kırıcı ve üzücü olabilenleri içinde barındıranlardır.

     Örneğin kirli arabaların camlarına ‘beni yıka’ yazmak. Çorapla parmak arası terlik giyip diğer terliklerde de ayak parmaklarımızı terliğin önünden çıkarmak, asgari ücretin 4 katı fazlası paraya cep telefonu alıp marifetmiş gibi masaya koymak, elektrik,su,doğalgaz,telefon faturalarını ödeme tarihlerinin son gününde ödemek, inşaatlarda veya harç dökülen yerlere isim veya tarih yazmak, banyo esnasında şampuanın bitmemesi gerektiğini düşünerek köpürmesi bitene kadar su katmak,ağaçlara banklara duvarlara bıçakla bir şeyler kazıyıp spreyle ilan-ı aşk etmek,evde yanan bir ampulün yenisi almak yerine az kullandığımız odadan çıkartıp yanan yere takmak,bir yerde yemek yedikten sonra veya alışverişte cebimizdeki en eski parayı elden çıkarmaya çalışmak,tanıdığın üzerine araba sürmek,sevdiklerinin kıçına tekme atmak, pazarın ortasında Pazar arabalarıyla yol ortasında sohbet edip yolu tıkamak,inşaat ve kazı yapılırken seyredip bozulan elektronik aletleri kapatıp açınca düzeleceğini düşünmek daha sayayım mı uydurmasyon alışkanlıklarımızı…

     Yeni boyanan bankı badana yapılan duvarı kurudu mu diye ellemek, denize girerken ilk girenin diğerini ıslatması,gaz kaçağını çakmakla kontrol etmek,yediğimiz ekmek arası herhangi bir şeyi içtiğimiz içeceğin son yudumuna denk getirip bitirmek, el frenini çektiğimiz arabanın tekerleğine taş veya tahta koymak,sosyal medyadan davetiye göndermek,rüzgar uçurmasın diye küllüğe su dökmek,misafirlikte zorla bir şey yedirip içirmek yada ben tokum deyip aç gözlü gözükmemek…

     Sabaha kadar sayarım bunların devamını.  Arasında yaptıklarımızda oldu yapmaya utandıklarımızda. Ama kesin bir şey var ki atasözlerimizi adettendir diye gerçek sanıp  insanları yargılama hakkını kendimizde bulduğumuzu düşünme duygusu. Ne olursunuz bir an önce bundan vazgeçelim. Ne o atasözü peki; Ateş olmayan yerden duman çıkmaz…


14 Ekim 2016 Cuma

Periscope Yayını

Mahallendeki toprağını üç kuruşa sat, köydeki tarlayı satıp çocuğa düğün yap, gösteriş yapayım diyerek şanına şan kat , müteahhide arsanı ver  kurnazlıkla oyun yap sonra nerde o eski günler de,

Karını kızını döverken müzik sesini aç, kahvedeki amcalara çocuğun pipisini aç,  trafik kurallarına uyma polisten kaç, pavyonda ailenin rızkını harama saç sonra nerde o eski günler.

Görgüsüzlük yapmayı marifet say, arkadaşına yemek söyleyip yudumunu say, zoru görünce ortalıktan toz olup kay, aldığın kredinin faizini değil ana parasını say sonra nerde o eski günler,

Gittiğin kafede garsona tepeden bak, en pahalı sigarayı arka arkaya yak, kızına araba almak için köydeki evi pahalı sandığın fiyattan yabancıya kak, sonra nerde o eski günler.

Kişisel gelişimini ihmal et, burnu büyüklüğünle arkadaşlıklara set çek, uzaklaş sevdiklerinden tek tek sonra nerde o eski günler de,

Gezmeye gitmek için dükkânı erken kapa, gel dostlarının oyununa bas faka, herkesler seni geçmeye başlayınca kal arkalarından baka, sonra nerde o eski günler de.

Kurallara uyma kırmızıda geç, yola çıktıklarını değil yolda bulduklarını seç, cebinde olan parayı boşa saç ,  düşün günlerce gitmediğin evde çocuklar aç sonra nerde o eski günler,

Herkesi kazıkla ama acıtmadı zannet, sabahın körüne kadar diskoda dans et,  kedinin ulaşamadığı ciğer misali millete iftira et,  sonra nerde o eski günler de.

Evde tek ama barda kalabalıksın, kimseye belli etmiyor aslında kılıbıksın, laf atıyorsun sağa sola aslında bir sapıksın, birde diyorsun ki ne olursa olsun, sonra nerde o eski günler,



Düğün yapıyorsun davetiye facebooktan, çocuk sünnet olur haber verirsin  watsaptan, kimse gelmeyince yayını yaparsın periskoptan sonra nerde o eski günler.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Buda mi gol değil

Son yıllarda yazdığım yazılara bu yazıyı hazırlamadan önce şöyle bir göz atmak istedim.. O kadar çok nesne ve konu hakkında yazı yazmışım ki bazıları yayınlanmaya değer bazıları da sadece okunmaya. Ama şunu fark ettim ki bazıları ben yazdıktan sonra gelişen bazıları yazarken faaliyette olan bazılarının da ben yazmadan önce başlamış olduğunu fark ettiğim şeyler olmuş. Mesela mantar ve manda yoğurdu hakkında yazılar yazmıştım. Değerlendirilmesinden ve nimetlerinden bahsetmiştim. Kısa bir süre sonra Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi  Tarımsal Hizmetler Daire Başkanlığı tarafından koşullara uyan vatandaşlara canlı hayvan manda yardımı yapılmış. Sizde fark ettiyseniz bitmek üzere olan yaz ayı içinde açılan en az 7-8 adet manda yoğurdu ve manda sütü satan dükkan açıldı. Belki çoğumuz bu bolluktan dolayı ilk defa tadına baktık. Sonra bolet ve padişah mantarından bahsetmişim ne tesadüf ki Tekirdağ Damızlık manda Yetiştiricileri birliği tarafından hem doğa mantarını hem manda yetiştiriciliği tanıtım etkinliği yapılmış hem de laladere’de.
                İlçemizi tanıtmak için yapılması gereken hediyelik eşyalardan bahsetmişim. Saray belediyesi Kültür, bahar ve Barış Festivali’nde sanki beni duymuş gibi binlerce buzdolabı magneti yapmış, Antalya’dan gelen arkadaşım giderken bile yanında götürdü hem de fazlasını alarak arkadaşlarına vermek için. Yerine teslim etmiş ki olmalı ki facebook’ta yayınlamışlar.
                Bölgemizin en güzel yerlerinden Karadeniz’e açılan kapımız kastro’dan bahsetmişim. Yerel gazetelerde ve bazı ulusal medyada gördüğümüz gibi yaz aylarında plaja girişler yer kalmadığı için jandarmalar tarafından kapatıldı, sebebi içerde adım atılacak yer kalmayışı.
                Defalarca kez Atatürk’ün Saray’a gelişine dair fotoğraflar yayınladım. Hem Büyükyoncalı’da hem Çayla’da hem de Saray belediye parkında. Peki ne oldu dersiniz. Saray Kent Konseyi’nin katkılarıyla Atatürk Saray’da diye kitapçık basıldı ve bir haftada yüzlercesi tükendi.
                Saray’da yapılan Balçık panayırından bahsettiğimde ne olduğunu bilmediğini söyleyen çoğu arkadaşımla Pavli panayırında karşılaştım. Eminim yazımın bir etkisi yoktu üzerlerinde ama panayır havasını onlarcası merak edip görmeye gitmişti.
                Saray Akbank Şubesinin 3 Ağustos 1977’de 517. Şube olarak açıldığını yazdım. Tak bankadan memur arkadaşlar bile aradı bizim şube kodumuz 518 diye rastgele okudular herhalde.
                 İki tarihi binamızdan yani Ayaspaşa  caminden ve hamamdan bahsettikten sonra cami tadilata girdi ve hamam için Edirne Kültür Varlıklarını Koruma Müdürlüğü’nde çalışma olduğunu duydum. Büyükyoncalı’da ki okul binasıyla ilgili fotoğraf attığımda da 2017 yılı içinde restorasyon yapılacağı sosyal medya da yazıldı. Kurtdere’de 1893 tarihinde yapılan ama yıkılmaya yüz tutmuş Kurtdere camiini restore etmekten de geri kalmamışlar bu arada yetkililer. Bu sefer benden önce davrandılar sanırım.
                Saray’ın çocukları için yazdığım yazı sonrasında nerede bunlar diye soranlar oldu. Onların Longoz ormanları için savaşıp Sefaalan ormanları için ter döktüklerini bilmiyorlar tabi.
                En yakınımızın doğumundan en uzağımızın ölümüne kadar birbirimizi bırakmayalım diye yazdığım ‘komşuluk’ yazısından sonra Saray Belediyesi ‘Hoş Geldin Bebek’ paketiyle yeni doğanların yanında olmaya başladı. Ölümlerde de Tekirdağ büyüksehir Belediyesi yalnız bırakmıyordu o anlarda. Cenaze aracı yolluyor ,mezar kazıyor,kefen  veriyor,tahta veriyor, yıkama işleminden ücret almıyordu. Saray Belediyesi de telaştan unutulmasın diye cenaze pilavını gönderiyordu zaten.
                Yaşlılarınızı ziyaret edin, hiç olmazsa ellerini öpün, hal hatır sorun dertlerine çare olun diye yazdım.  Kent konseyi yaşlılar gününde kahvaltı vererek onları mutlu etti, Büyükşehir belediyesi evde temizlik hizmetleriyle daha yaşanabilir alanlar yaratmaya başladı. Rastlantının böylesi…
                Engellilerimizin engellerini beraber aşabiliriz deyimini ben dâhil hepimiz ağzımızdan düşürmezken onlar harekete geçmiş bile.  Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi akülü araç, Saray Belediye manuel engelli sandalyesi dağıtıyormuş.
                Atatürk’ün Saray’a gelişinin 18 ağustos 1937 değil  19 ağustos 1937 tarihinde onduğunu Selman Akı’nın çalışmalarından öğrenip  yazdıktan  sonra meclis gündemine getirilip tarih değiştirildi. Parkların azlığından, bakımsızlığından şikâyet ederken Kemalpaşa mahallesinde Saray’ın en büyük parkı yapılıyormuş,benle alakası olmadığına çok eminim ama Uğur Mumcu parkına Uğur Mumcu Anıtı birkaç ay sonra dikildi belediye tarafından.
                Çocuklarımız için açılan yaz okullarının onların psikolojisi üzerindeki olumlu etkilerini anlattığımda Yaz Okulu kursları 12 aya çıkmıştı.  Bunlar yetmiyormuş gibi Keman-Gitar-Bağlama-Saz-Ses Eğitimi- Koro kursları açıldı. Yetişkinlere yönelik Fotoğraf Çekimi, Diksiyon, İngilizce,Takı Yapımı-Ahşap Boyama-El Beceri-Halkoyunları kursları yeniden açıldı. Kimse ben duymadım bilmedim gidemedim demesin herkes için etkinlik var artık. Yeter ki siz isteyin.

                Son yazılarımdan birinde de Şen kahveden bahsetmiştim. Tam 65 yıldır dimdik ayakta duran Şen kahveden. Şimdilerde mahallede buruk bir sevinç var. Burukluğu nerden geliyor derseniz yıllarca mahalleliyi misafir eden Şen kahve kentsel dönüşüme kurban oldu. Yıkıldı. Sevinilecek olan ise  Çağman grup tarafından yapılacak olan 32 dairelik bu alanda tek bir iş yerinin yapılacağı onunda Şen kahve olarak yaşatılacak olması. Bana düşer mi düşmez mi bilmem ama bu jesti mahallemize yapan Erdem Çağman’a teşekkür etmeden ve tarihe not düşmeden geçmemek istedim.

20 Eylül 2016 Salı

KAMU SPOTU

Kalabalığın içinde üzerime kapanmış insanların varlığını bedenimden çıkan bir ruhun varlığıyla hissettim. Herkes gözyaşı döküyor, bağıra çağıra ağlayıp bayılanlar oluyordu. Zamansız, sebepsiz, nedensiz kelimelerinin içinde geçtiği cümleleri duyabiliyor fakat cevap veremiyordum. Bedenimin hayat okulundan aldığı diploma elimdeydi o an. Ölüm. Evet ölmüştüm. Nasıl olmuştu nerde yaşanmıştı bilmiyordum ama ölmüştüm işte. Acaba ölürken sevdiklerim yüzümü o güçsüz haliyle mi hatırlayacak benden sonra. Ya da gülerek kahkahalar atarak mı gitmiştim bilinmeyene bilmiyorum.
Bir hafiflik hissetim bedenimde. Yıllarca bedenimin esiri olan ruhun el sallayarak benden uzaklaşmasını izlerken soğuk bir zeminin donduruculuğunu hissediverdim. Sanırım yıkıyorlardı beni. Dünyaya nasıl tertemiz pırıl pırıl geldiysem giderken de öyle temiz gidecektim. Acaba düşüncelerimde o kadar temiz miydi? Kul hakkı yiyenlere beddua bile etmeden Allaha havale ederken acaba yanlış mı yapmıştım. Hakkımda kötü konuşanları bildiğim halde onları uyarmayıp dedikodu yapmalarına izin vererek günah işlemiş miydim? Bir kere yalan söylemiştim, pişmanım.
İstemeden de olsa üzerine basıp öldürdüğüm börtü böcek, rahatsız olmamak için canını aldığım sinekler ve sırf 3 saniye canımı yaktı diye öldürdüğüm arı bedenimin mi kiriydi ruhumun mu? Düşünmeden edemiyor insan kendisiyle baş başa kalınca. Doğarken giydirdikleri kundak gibi ölürken de beyaz bir şey sarılıyordu üzerime neydi ki bu şimdi.
Bedenimin çeşitli yerlerine pamuklar konuyor ve çenem başımın etrafından sarılıyordu. Düşündüm acaba yakınlarım ne yapıyordu. Üzüntümden kalp krizi geçiren var mıydı? Sessiz sessiz ağlayan kaç kişi oldu? Kendime değil ama ardımda kalanlara üzülmeye başladım. Hala mealini tam olarak okuyamadığım kuran’dan şu dakikalarda başımın ucunda okunuyordu. Bilmiyordum bu kadar huzur verdiğini zaten bilsem ben de okurdum.

Kalabalık toplanmaya başlayınca anladım ki omuzlardaki yerimi alma vaktim gelmişti. Birkaç kişinin yardımıyla tahta tabutun içine konuldum. Kapak kapandı ama karanlığı hissetmedim. Zira her yer ilk anlardan itibaren karanlıktı. Bu kadar insanı birde düğünümde görmüştüm ki bu ikinci kez benim için toplanan aşırı kalabalık. O gün nasıl mutluysam bugünde öyle mutluyum. Beni bir an önce son yolculuğuma çıkacağım mezarlığa yetiştirmek için yarışan insanlar vardı etrafımda. Telaşla yetiştirildim bedenimin böceklere kısa sürede yem olacağı ebedi ıstırahatgahıma. Abim babamın yardımıyla mezara beni yerleştirirken annemin çığlıklarını duyabiliyordum. Eşim, teyzem yengem çoktan iğnelerle uyutulmuştu zavallılar ayakta bile duramayacak gibiydiler. Tahtalar üzerime konurken kürek sesleri duyuluyordu. Eğer bana sorulsaydı kimseyi yormak istemezdim ama illa atılacaksa 3’er kürek yeterli olur derdim. Ve start verildi insanlar mezarı doldurmaya başladı. Tam 9 dakika 10 saniye. Düşünebiliyor musunuz yaklaşık onbin gündür süren yaşantım saniyeler içinde son buldu. Başucuma çakılan tahta sesi ibrikten dökülen su sesini bastıramadığı anlarda yere dökülen bir ayranın varlığı belirdi zihnimde. Son görevlerini yapmanın huzuruyla cenaze yemeği yenmeye başlanmış birazdan ayrılacaklar ve ben tekrar kendimle kalacaktım. Beni sevenler, değer verenler,emek verenler, kızanlar, küsenler, bensiz yapamayacağını düşünenler, ağlayanlar, bağıranlar günler içinde beni unutacak işte o zaman yapayalnız kalacaktım.. Keşke bir sigara daha yakabilseydim su an.

28 Ağustos 2016 Pazar

dırdırdır da dirdirdir

Gönül bağıdır, aşktır,huzurdur,özlemdir,umuttur,sevdadır,mutluluktur,hüzündür,isyandır,ince bir sızı,kalp ağrısıdır.Moda sokan ruhunu başka dünyalara götürüp geri getirmeyen, zaman zaman sakinleştirip arada coşturandır. İçmeden sarhoş eder,dumur eder,verem eder, aşık eder,ihanet eder, efkara boğar, çok sık mahveder,ara sıra kahreder,ağlatmaz ama ağlayamazsan içinde volkan patlatır, milenyumun çirkin şeylerinden uzak tutar,nasihat eder,gurur yapar,kanını kaynatır,yerin dibine sokar,ağırdır,adabı vardır,edepsizlik yapmaz,tarifsiz bir taddır, tebessümdür, kahkahadır, gözyaşıdır, derttir,kederdir,yoğun bir his, bazen de hissizliktir. Sanattır,  sanatçıdır, makamdır, sözdür, bestedir, güftedir.
                Kemandır, klarnettir, gitardır,yan flüttür, kanundur, neydir, cümbüştür, darbukadır, bendirdir, zildir,teftir,kabak kemanidir, zurnadır, kavaldır,udtur, tanburdur, kemençedir, davuldur, dümbelektir, trombondur,santurdur. İçine su katılınca beyazlaşan içecekle kardeş olduğu düşünülendir.
                Adı hakkında anlaşmazlık vardır. Kimine göre Türk sanat müziğidir kimine göre Türk sanat musikisidir. Kimisine göre Araplardan bize geçmiştir kimine göre Yahudilerden. Bazıları herkes söylemeli der bazıları da Türkçeyi güzel konuşanların söylemesi gerektiğini düşünür.
                Çoğumuz ortaokul sıralarından lise sıralarına geçmek için ilk hazırlığımızı müzikle yaparız. Çünkü lise demek rock müzik demektir . Aslında olay lisede anlaşılır ki müzik İngilizce dinlenendir. Lise başında hard rock lisenin sonlarında soft rock’a dönüşür. Eğer ki üniversiteyi kazandıysanız rock’tan uzaklaşıp etnik müziğe hayran olursunuz, klasik müzik tutkunuz olmuştur. Eğer okumayıp çalışmaya başladıysanız fantezi müzik dinlersiniz. Yaşınız değiştikçe müzik tarzınızda değişmiştir ama bir bakmışsınız değişmeyen tek şey kafa dinlemek için  açtığınız playlist’te olan sanatçıların şarkılarıdır. Zeki Müren’dir, Müzeyyen Senar’dır, Umut Akyürek’tir, Muazzez Abacı’dır, Mustafa Keser’dir, Semiha Yankı, Bülent Ersoy’dur, Yılmaz Morgül’dür, Hüner Çoşkuner’dir.
                Yahya Kemal Beyatlı’nın -çok insan anlayamaz eski musikimizden ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden’ dediği şeydir.
               Tuvalette ilham gelip yazılmamıştır. Bizzat yaşanıp yazılmıştır. Sevgilisini baharı bekleyen kumrular gibi beklerken gülünce gözlerinin içi güldüğüdür. Sevmekten kim usanır deyip ömrünün son demine kadar onunla olacağını söylemektir. Bir Bahar akşamı rastlayıp en sevdiğine bir demet yasemen vermektir. Söyleyemem derdimi kimseye deyip bu akşam bütün meyhanelerini dolaşmaktır istanbul’un. Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım’ın ardından seni ben ellerin olasın diye mi sevdim demektir. Gözlerinin rengini unuttuğunu duyduğunda üzdünüz beni yıllar,halini kimse sormadığında,kimseye etmediğin şikayettir. . Kimse sana benzemezken ve arkana bakmadan giderken konduramadığın veda busesi’dir.  Dönülmez akşamın ufkunda kaybettiklerini düşünerek ada sahillerinde beklemektir ya da bir ihtimal daha var oda ölmektir.

                Eğer bu satırları sonuna kadar okuduysanız şimdi cebinizden telefonlarınızı çıkartın. Evdeyseniz masaüstü bilgisayarınızı açın iş yerinizdeyseniz laptop’unuzu önünüze alın. Yukarıda tüm sanatçıların şarkılarını hiç zorlanmadan söyleyen o kişiyi de listenize ekleyin Çünkü Saray’da sanat müziği icrası deyince ilk akla gelen sanatçı Salih Demirci’dir

18 Ağustos 2016 Perşembe

ATIŞMA

Çaylar benden. Benden. Hayır benden. Ooop çaylar benden. Benden. Bi dakka bu meseleyi çözelim. Bir atışma yapsınlar kim kazanırsa çayları o söylesin.
Hatırladınız di mi çiçek Abbas’la Şakir’in atışmasını.
-Aşıksan vur saza şoförsen bas gaza
-Sevene can feda sevmeyene elveda
-Sen batan bir güneş ben yollarda çilekeş
-Şoförün bahtı kara muavinim  gönlü yara
-Gaz fren şanzuman halin duman
-Sev beni seveyim seni
-Aşk bir otobüstür binmesini bilmeli
-Son durağa gelince inmesini bilmeli
                Ne güzel bir atışmadır o. Birisi mutlaka kazanacaktır. Çünkü aşık atışmalarında öyle olur. 3 bölümden oluşan atışmalarda önce merhabalaşma vardı, daha sonra aşıklar ustalarından alıntılar yaparlar ve son bölüme de tekemmül denir. Yani aşıklar serbestçe atışıp üstünlük sağlamaya çalışırlar.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela Cem Yılmaz ile Şahan Gökbakar’ın Nasrettin hoca atışması. Melih Gökçek ile Ahmet Hakan’ın şokella atışması. Ha Candan Ercetin ile Beyaz’ın şarkı atışmalarını da unutmamak lazım çalgılı çengili. Sanırım ya ben çok fazla okuyamadığım için ya da gerçekten olmadığı için edebiyat dünyasından pek böyle haberler duydum diyemem.
                Hiçbir zaman kendimi böyle konularda övmem hele edebiyatla kendimi kolay kolay bağdaştırmam ama bende bi atışayım dedim.Hakkım değil belki hatta belki usta denebilecek seviyede bile olabilir bana göre ama kendimi buluyorum onda ne yalan söyleyeyim. Üstelik kendisinin 34 yaşında iki kitap yazmasına rağmen birkaç parça müsvedde kağıdımla savaş açıyorum onaJ. Kendisi Trakyalı. Ortak yönlerimiz çok o AÖF işletme mezunu ben AÖF  İktisat mezunu. O da Trakya’yı seviyor bende seviyorum. O da eskilere dair şeyler yazıyor bende. Ama onun kitabı var benim yok.(Belki bu bahaneyle imzalı kitaplarını gönderir.)  Birde darbuka çalıyor, benim çaldığımı da tüm arkadaşlarım bilir. Çok uzak değiliz onunla anlayacağınız. Çok beğeniyorum yazdıklarını şaka bir yana. Örnek alıyorum kendime kendisini ama taklit etmeye çalışmıyorum. Belki de bende bir gün müsveddelerimden bir şeyler çıkartırsam hem bu konuda yardımını isteyeceğim  hem de biraz olsun onun izinden gidip yaşatacağım Trakya insanını kendimce. Tebriklerimi sunuyorum buradan kendisine. İnşallah kırılmaz, kızmaz, darılmaz. Sonuçta bende kendince bir şeyler yazmaya çalışan 2013’ten beride yerel gazetelerde ara ara yazıları çıkan biriyim. Affına sığınarak facebook’a  yazdığı en sevdiği sözü hatırlatıyorum Haluk Ecevit’e;
Aduket çekmek yasaktır
Deliyorum yasakları
Hadi ama Yanıkağıllı

Kırla maşatlıktaki kızanları

16 Ağustos 2016 Salı

Dedikodu

    Bardağın hiçbir tarafından bakmayıp doldurup içenlerden olmaya başladım son zamanlarda. Artık o eski iyi niyetimi kaybediyorum galiba. Söylenmemiş sözcüklerim olduğunun farkına vardım. Aslında çok sıkmışım kendimi, yüzlere vurulmamış kinlerim olduğunda anladım. Yüzüme baka baka omzumu sıka sıka arkamdan konuşanların olduğunu görmezden geldikçe nasır bağlamış yüreğimin zorla evde bıraktığı anılarını  hatırladım.
    Neden bu kadar iyi olmaya çalışmak zorundayım ki sonuçta bende insanım. Aynı sofrada yemek yedik diye izin mi vermeliyim beni hançerlemelerine. Çok kaba biriside sayılmam aslında ama neden yüzüme konuşamadıklarını çok merak ediyorum. Şeytanın aklıma soktuklarını yapmak istemiyorum ama başıma da ne geliyorsa meleklerin içime koyduklarından geliyor. Şeytan masum kalıyor onların yanında.
    Etrafta ne çok dönen dedikodu olduğunu güvenilir biri olduğunda anlıyorsun. Karşı koyamadıkların orduyla üstüne gelmeye başlayınca aslında o senin de gerçek sen olmadığını görebiliyorsun. Oysa ne kadar saftın kendi içinde di mi? Karıncaya basamayacak kadar merhametli herkese yetecek kadar sevgi dolu, paranı paylaşacak kadar saf, denize atacak kadar iyiliksever. Aslında değilsin biliyor musun? Sen kendini ne kadar doğru bilirsen bil karşındakinin seni gördüğü kadarsın. Belki onun için tuş’suz telefonsun, belki kolsuz kapısın, belki de beyinsiz insansın. Ama gerçekte öyle değilsin. Öylesin işte. Hayır değilsin aslında, ya da öylesin öylesin… Duydukların kadar sensin ve daha fazlası olamayacaksın.

    Zorlama artık kendini, biliyorsun sen de bu durumdan rahatsızsın. Şimdi git o yamuk bacaklarınla kısa bir şort giy, istediğin gibi kestir saçlarını, çillerini kapamak için sürdüğün fondöten’den vazgeç, biri kalk gidelim diğeri biraz daha oturalım diyen şaşı gözlerinden çıkar o güneş gözlüklerini, beyazpeynir gibi omuzları açıkta bırak,yırtık çorabını saklamaya çalışmadan misafirliğe git, çürük dişlerin gözükecek korkusunu unutup kahkaha at,yatarken kıçını açıkta bırak,tabakta yemek bırak,masada rakı bırak. Bir de sana yalvarıyorum ne olur bu dedikoduyu bırak.

5 Ağustos 2016 Cuma

SİZLER SIRADAN İNSAN OLAMAZSINIZ


Günümüz Türkiyesi’nde yalan haberler, palavra programlar, altyapısı olmayan sözcüklerle televizyonlarda ve gazetelerde on binlerce haber izlemekteyiz. Bazen bizlerde bunlara inanıp sosyal medya hesaplarımızda paylaşarak bilgi kirliliğine sebep olmuyor da değiliz. Gerçekleri yazıp konuşan anlatmaya çalışan herkesin ekran arkasında tutulup bizlerden uzaklaştırılmaya çalışıldığı bu dönemde azda olsa yazdıkları kitapları ve eserleri takip edebildiğimiz kişiler oluyor. Bunlarda genelde bizleri öyle bir etkiliyor ki onların da diğer insanlar gibi insan olduğuna inanmayabiliyoruz. Derinden etkileyip ‘yapma ya,vay anasını’ dedirten şeylerle karşılaşıyoruz. Bunun için sıradan insan olduğuna inanmadığım kişiler var benim.
 Mesela Yılmaz Özdil’in  sıradan bir insan olduğuna inanmıyorum. Kapısında ‘başka yerde şubemiz yoktur’ yazan dükkân gibi geliyor bana. Yılmaz Özdil’inde şu an için başka şubesi yok bana göre. Öyle sivri dilli ama sade yazılar yazıyor ki tüm sosyolojiyi anlatacak olsa sanki 3 kelimeyle tüm felsefeyi sana öğretecek olsa bir paragrafta anlatacak gibi. Bazen onu okurken akşam mesaj atsam iki tek atacakmışız beraber gibi geliyor. Bide araştırmacı yazar aynı zamanda. Öyle ki sanki bankacının size sorup öğrenmek istediği annenizin kızlık soyadını unutsanız o hatırlatacakmış kadar araştırmacı hem de. Maden işçilerini anlattığı bir gün ‘Cennete mektup’ diye bir  yazı yazmıştı ve maden ocağında babası şehit olan Furkan diye bir evladın sünnet düğününü haberi vermişti. Kirvesi olalım demişti. 34 farklı ülkeden Furkan ve şehit çocukları için hediyeler 81 ilden çeşitli oyuncaklar geldi. Sizce böyle bir iyiliğin altına imza atan kişi sıradan bir insan olabilir mi? Olsa olsa melektir o melek…
Mesela Sinan meydan’ın tarihçi olduğuna inanmıyorum.37 yaşında ve yaklaşık 15 yıldır Mustafa Kemal Atatürk hakkında araştırma yapıyor. Bizim gençlerimiz ve bizler de dahil o yaşlarda ne idüğü belirsiz kitaplar, aşk romanları anlamsız diziler izlerken o daha gençlik yıllarında profesör bilgisine sahip olmuş. 34 yaşında 1153 sayfa kitabı çıkmış. Televizyon programlarında yıllarca beklediğimiz gelmesini umut ettiğimiz kişi. Atatürk’ e atılan iftiraları anında belgelerle çürüterek karşısındakini renkten renge sokan bir kişiye sıradan bir insan demek biraz hafif kaçmaz mı sizce de.
            Bence Müjdat gezen de sıradan bir insan değil. Sanat yaşamında kazandığı tüm varlığını tekrar sanat öğretmek için harcayan  ve  İstanbul Kadıköy’de eski bir köşkü alıp restore eden, milyon dolarlarca borcun altına girip ücretsiz eğitim verdiği için 2 yıl hapisle yargılanıp beraat eden  ender kişiliklerden biridir.100 küsür filmde, 50 küsür oyunda ve 1000’den fazla skeçte rol almıştır .Öyle güzel hikayeler anlatır ki sanki zannedersin babanın bir arkadaşı gelmiş eve de geçmişle ilgili anılar anlatıyor. Sizce milyonlarca dolar para harcanıp bir o kadar para kazanan bir yeri çekilişle 10 öğrencisinin üzerine yapan bir sanatçı sıradan bir insan olabilir mi?
            Türkiye Cumhuriyeti’nin en çok baskı yapılan kitabını yazan Yaşar Nuri Öztürk’ün de sıradan bir insan olduğuna inanmıyorum mesela. Düşünseniz Kuran’ın yorum katılmamış ilk Türkçe çevirisini yazarak bu kadar baskı yapıyorsun. Times dergisi 20.yy en önemli bilim adamları arasında gösteriyor seni. Büst yapmakla Atatürkçü olunmuyor deyip dikkatleri üzerine çekerek sadece Atatürk demek yetmez büyük Atatürk, Aziz Atatürk demeli diye gönlümüzü rahatlatan ilahiyat profesörü. Kabul ediyorum biraz agresifti ama yobazlara gereken cevabı veren katıldığı her programı aydınlatan şu an cennette bir fener görevi gören kişi sizce sıradan bir insan olabilir mi?
            Yaşayan son Sümer Kraliçesi’nin sıradan bir insan olduğunu söylemek mümkün mü? Türkiye’de ki Milli eğitimcilerin tüm çabalarına rağmen okuma yazma bilmeyen yaşlılarımız arasından sıyrılarak Sümerolog olmuş Muazzez İlmiye Çığ. Yetmemiş dünya üzerinde tüm bilim adamlarının faydalanması için 33 yıl boyunca çalışarak Sümer, Akad ve Hitit tabletlerini temizleyip sınıflandırarak  74 bin adetten oluşan ‘çivi yazılı belgeler’ arşivini oluşturmuştur. Bizler aynı fabrikada 3-5 yıl çalışamazken yaşayan aydın bir çınar’ın bunları yapmış olması sıradan bir insan olamayacağının kanıtı olmalı bence.
            Oktay Sinanoğlu sıradan bir insan olabilir mi yani. Yıllarca batının enjekte etmeye çalıştığı kültürle kimlik bunalımı yaşayan bizleri aydınlatmaya çalışan her sözünün altına imzamızı atacağımız 21.yy Türk bilgesi, bilimi aşmış, tek dil dayatmasını reddedip,bilimin ana dille yani Türkçe ile yapılmasını savunan Türkçe kelimelerle Türkçe cümleler kurulabileceğini bize anlatmaya çalışan Oktay Sinan oğlu sizce de Türk halkı tarafından ona takılan kanatlarla gittiği yerde sadece bir insan olabilir mi acaba.

            Uğur Dündar,Halil İnalcık,Kazım Koyuncu,Kemal Sunal,Adile Naşit,Münir Özkul,Erol Evgin,Hakkı Kıvanç,Müzeyyan Senar,Yaşar Kemal,Kayahan,Sümer Tilmaç ve birçok sanatçı,yazar,tarihçi,gazeteci,oyuncu… Bence hiçbiri sıradan insan olacak kadar tembel, kıskanç, ikiyüzlü, boş, bilgisiz değildi. Kimseye benzemek zorunda değiliz ama biraz daha insan olmak için gayret göstermemiz gerekmiyor mu? Ardımızda neler bırakabiliriz düşüncesiyle hareket edip belki de yukarıda saydığım hepsi gibi ölümsüz olabiliriz bizlerde. Sadece biraz gayret, paylaşımcılık ,faydalı olma, çıkarsız yaşamak bile bizi hatırlanacak kişiler yapabilir.Denemekten bir şey kaybetmeyiz…

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Alo Alo

Hatırladınız değil mi? Uzun konuşanların park tarafında olduğu daha kısa süreli konuşacak olanların parkın karşısında fırın tarafında olanlardan konuştuğu, askerde nostaljisini yaşadığımız kartlı ve daha eski olanlarının jetonlu olduğu kulübeler.Acıması yoktu jetonun, kart biraz daha insaflıydı uyarırdı biraz. Aslında parayla satın aldığımız şeylerin paradan daha fazla mutluluk verdiği zamanlardı. Gelecekse gelecekti,söz ise sözdü son dakika kıvırmaları mesajla yapılmazdı, eeeimkanı da yoktu zaten kıvırmanın. Sanırım 3 çeşit'i vardı. Küçük jetonla şehir içi-orta boy ile şehirler arası-büyük jetonla da uluslar arası konuşulurdu.Kartlarda sanırım 30'luk 60'lık ve 90'lık olurdu.Ne günlerdi be...

26 Temmuz 2016 Salı

Mahalle Baskısı


Sevgili arkadaşlarım kusura bakmayın ama bana en çok baskıyı siz yapıyorsunuz. Açıkça yüzünüze söyleyemiyorum ama yapmayın kardeşim. Sırf sizinle aynı maaşı aldığımı kanıtlamaya çalışmak için bana da kahvede çay ısmarlatmak zorunda bırakmayın. Senden daha çok paramın olduğunu düşün diye cep telefonumla cebimdeki birkaç lira parayı aynı yere koydurup çıkartmak zorunda bırakmayın sanki her cebimde para varmış gibi. Hafta sonu planını anlatmaktan vazgeç bana. Biliyorsun benim senin gibi gezemeyeceğimi ama bir yerlere gitmek zorunda bırakma beni. Ev kirasından artan paramla geçinmeye çalışırken eşime, İngilish English Home’dan  neler aldığını anlatmak zorunda bırakmasın eşin. Sırf çocuğum seninkiyle top oynasın diye yüzlerce türk lirası verdirmek zorunda bırakma beni spor ayakkabıya. Davranışlarımın taklit, düşüncelerimin satılık,değerlerimin emanet olması hoşuna mı gidecek sanki. Aslında ben olmayan bu benle daha ne kadar arkadaş kalabileceksin düşün.
                Sevgili akrabalarım kusura bakmayın ama bana en çok baskıyı siz yapıyorsunuz. Açıkça yüzünüze söyleyemiyorum ama yapmayın kardeşim. Sırf sizden aşağıda olmayım diye ellerimde poşetlerle gelmek zorunda bırakmayın beni evime. Düğünde para takmak zorunda olduğum komşuma küçük altın almak zorunda bırakma beni. Sidiğini uzak tut benden yarıştırma benle. Takıp takıştırma bana gelirken altınlarını vücudunun bütün uzuvlarına. Sırf sen 5 yıldızlı otelde tatil yapıyorsun ve ben bu yıl tatile gidemedim diye mayo seçimini bana niye soruyorsun yahu bu kadar mı görmemişsin. Hep eksikliklerimi mi görmek zorundasın sen benim. Yanında pısırıkça durmam, omuzlarımın eğilmesi, alnımın yere bakması daha mı çok hoşuna gidiyor anlamadım ki. Aslında ben olmayan benle daha ne kadar akrabalık kurabileceksin düşün.
                Sevgili komşularım kusura bakmayın ama bana en çok baskıyı siz yapıyorsunuz. Açıkça yüzünüze söyleyemiyorum ama yapmayın kardeşim. O en güzel yemeğini sırf sanki her gün onu yiyormuşsun gibi bana getirme. Anlatma bana bilmem kaç yüz dolara aldığın ev aksesuarını. A sen görmedin mi ,he bilmiyor muydun, hı demek görmemişsin ile başlayan cümleler kurma bana. Sanki tek mutlu senmişsin gibi sosyal medyadaki fotoğraflarında beni de etiketleme. Beni  baby Shower partinde görmedin diye bu sana değer vermediğin anlamına gelmiyor yada diş buğdayında olamadıysam kıskandığım için değil belki de gerçekten olamıyorum yanında. Bunu bana sor diğer mahallenin dedikoducu kadınlarına değil. Duymak istemediğin şeylerimi söylemeliyim ardından bu mu senin hoşuna gidecek olan. Aslında ben olmayan benle bu şekilde daha ne kadar komşuluk yapacaksın düşün.
                Sevgili mahallem kusura bakmayın ama bana en çok baskıyı siz yapıyorsunuz. Açıkça yüzünüze söyleyemiyorum ama yapmayın kardeşim. Terlikle bakkala giderken ayağıma giyecek ayakkabım yokmuş gibi bakmayın bana. Yırtık eşofmanım için yargılamayın beni belki en eskisini giydim o gün ağır bir iş yapacağım diye. Arkamdan ne konuşacağınızı kestiremediğim için herkesle iyi geçinmek zorunda bırakmayın beni. Kimin kızının saat kaçta geldiğini, kimin oğlunun alkol aldığını gözetlemek zorunda değilsin. Dedikodu yapmayın benim hakkımda. Yerse maçanız yüzüme söyleyin. Önünüzden başım eğik geçmem, sigaramı saklamam, hep mutluymuşum gibi gözüküp gözyaşlarımı içime akıtmam hoşunuza mı gidiyor. Aslında ben olmayan bu benle daha ne kadar aynı mahallede nefes almak istiyorsun düşün.

                Sevgili kendim kusura bakma ama bana en çok baskıyı sen yapıyorsun. Açıkça söyleyemiyorum ama yapma be kendim. Bırak yere bastığım zaman toprağın hakkını vereyim. Bırak aldığım darbelerin açtığı yaralara rağmen güçlü olayım. Biliyorum kendim hayat çok zor ama bende kolay lokma değilim. Beladan kaçıyorum diye ona alt olacağımı düşünme.  Ben diğerlerinden farklıyım anla artık. Her şeyim bana has ve kendime münhasır. Mutlu olduğum için değil kazanacağımı bildiğim için gülüyorum ve incineceğimi düşünmeden seviyorum. Nasıl ki ağaca konan kuş dalın kırılmasından korkmaz da kanatlarına güvenir işte bende öyle samimiyetime, insanlığıma dostluğuma, arkadaşlığıma, komşuluğuma güveniyorum. Kibir ile kendine öz güven arasında ki ‘Tül Perde’’nin farkındayım. Biraz bana güven ve aslında ben olmayan benle değil de asıl benle bir ömür yaşamayı düşün…



NKÜ Saray Meslek Yüksek Okulu

Tarihçe


Saray Meslek Yüksekokulu, 1995–1996 Öğretim yılında Trakya Üniversitesi’ne bağlı birim olarak Elektrik (30) ve Muhasebe (30) programları ile öğretime başlamıştır. Teknik Programların dalı olan Elektrik Programı 1998–1999 Öğretim yılından itibaren Lüleburgaz Meslek Yüksekokuluna devredilmiş olup, bu programa anılan Eğitim Öğretim yılından itibaren öğrenci alınmamaktadır. Yüksekokulumuz Muhasebe ve Vergi Uygulamaları, Muhasebe ve Vergi Uygulamaları (İ.Ö), İşletme Yönetimi, İşletme Yönetimi(İ.Ö), Dış Ticaret, Dış Ticaret(İ.Ö) programlarıyla öğretime devam etmektedir.
          Yapımına 2013 yılında başlanan Okul 2015-2016 yılında Eğitim ve Öğretime açılmıştır. Daha önce çarşı içinde kısıtlı imkanlarla olumsuz şartlarda yaşayan öğrenciler tercihlerinde ilçemizi seçmemeye başlamıştı. Yeni yapılan Meslek Yüksek Okulu binasıyla Yeni dönemde öğrenci sayısının artması beklenmektedir.


Ayaspaşa Cami



 Sadrazam Ayas Mehmet Paşa ( 1536–1539 ) tarafından 1539’da yaptırılmıştır. Kesme taştan yapılmıştır. Tek şerefeli ve silindirik gövdeli bir minaresi vardır. Yapı, tek kubbeli ana mekân ile son cemaat mahfelinden ibarettir. Kentin merkezinde ve büyük bir yeşil alan içerisinde yer alır. Camii çevresinde farklı dönemlerde getirilmiş ve adeta çevresi ile bütünleşmiş mimari taş eserler bulunmaktadır.
Yapının giriş kapısı üzerinde 70 cm*60 cm ebatlarında kitabesi yer almaktadır. Kitabe üzerinde;
‘Karanlıkların bir faydası olarak, kulların muannidi, müminlerin sığınağı hayırlar sahibi, Müslümanların devletinin sultanı, İslam’ın yardımı ve önde gelenlerin yardımı ile Ayaspaşa Hz.S.Sultan Süleyman vari imar olundu. Allah bize ateşi (cehennemi) ve ondan kurtulmayı, güvenlik içinde cennete girmeyi ilham etti.’   Yazmaktadır.
Yapının giriş kapısı yenilenmiştir, orijinal kapı hakkında herhangi bir veri bulunmamaktadır. Yapının minberi ise yine ahşap malzeme il yenilenmiş olup orijinal minber mevcut değildir. Kırım Hanları da 18.yüzyılda bu bölgede özellikle Saray dolaylarında sürgün hayat yaşamışlardır. Bugün Ayaspaşa caminin avlusunda yer alan mezarların birçoğu bu Kırım Hanlarına aittir
Kırım Hanları da 18.yüzyılda bu bölgede özellikle Saray dolaylarında sürgün hayat yaşamışlardır. Bugün Ayaspaşa caminin avlusunda yer alan mezarların birçoğu bu Kırım Hanlarına aittir. Saray Fatih döneminde 19. yüzyılın sonlarına kadar Edirne’ye bağlı bir nahiye olarak yönetilmiştir.

Tadilatının hala bitip bitmediği merak konusu olan Cami'mizin yeni fotoğraflarını yakında yükleyerek karşılaştırma yapma olanağı bulacağız.Aşağıda fotoğraflar tadilattan öncesine aittir.





25 Temmuz 2016 Pazartesi

Selim Sabit Efendi

Selim Sabit Efendi Türkiye'nin ilk Pedagog'udur.  Edirne Vilayeti dahilinde kain Saray-Vize kasabası sakinlerinden ve Erbab-ı Ziraatten merhum Mehmet Ağa'nın mahdumudur. 1245 sene-i hicriyesinde kasaba-i mezburede tevellüd etmiştir.
(BBA Sicil-i Ahval Defteri no:1,S.260)

Kurtdere Cami

İnşası 1893 yılında olan Kurtdere Cami son yıllarda atıl bir durumda kalmış olmasına rağmen yapılan girişimler sonucu tadilatına  2014 yılında İl Özel İdare tarafından başlanmıştır. Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından tamamlanan cami 2015 yılında tekrar ibadete açıldı.



Saray'ın 1849 yılında kayıtlı 5 mahallesinin adı

Temmuz -Teşrini evvel 1265/13 Temmuz-12 Kasım 1849 tarihleri arasında kasabada 5 mahalle tespit edilmektedir.
1)Zımmi Mahallesi
2)Müslüman Kıptiyan Mahallesi
3)Zımmi Kıptıyan Mahallesi/Kıptiyan Reaya Mahallesi
4)Karaoğlan Mahallesi
5)Mahalleyi Rumyan
                                           daha sonra Muhacırlar için Üsküdar adı verilen mahalle kurulmuştur.

İlçemizin Belediye Olmadan Önceki Nahiye Müdürleri

Osmanlı döneminde merkezden yönetim yapıldığı taşra örgüt sisteminde Vilayet(il),Kaza(İlçe).Nahiye(Bucak)Kariye(Köy) olarak sıralanırdı. Belediye olarak yönetilen ama ilçeden ufak olan Saray'da Merkezden atanan ve Belediye Başkanı görevi yapan kişilerin listesi aşağıdaki gibidir.

1847 Es-Seyid Ahmet Efendi
1848 Zübeyr Ağa
1849 İstanbullu Agah Efendi
1853 Mansur Bey
1854 Selim Ağa
1855 Ahmet Ali Bey Ağa
1860 Mustafa Ağa
1861 Hüseyin Ağa
1862 Ahmet Ağa
1868 Kapıcı başı Ahmet Hamdi Efendi aynı yıl Cemil Efendi
1888 Mehmet Rıza Efendi
1892 Nuri Bey
1894 vize Ziraat Bankası Katibi Ali Hilmi Bey
1898 Abdullah efendi
1902 Ahmet Remzi Efendi
1904 Halid Efendi
1907 Ahmet remzi Efendi
1908 İbrahim Efendi

Edirne'den Bulgar Bayrağını İlk İndiren Kahraman

Bursa'lı Hafız Efendi

TC Saray Belediye başkanları Kronolojisi

KAMİL EFENDİ                                    1918-1922
AHMET BEY                                          1922-1923
MURAT GİRAY                                     1923-1932
HASAN BASRİ EFENDİ                       1932-1936
MURAT GİRAY                                     1936-1940
HALİT AYTAÇ EFENDİ                        1940-1944
FAİK ORHON                                        1944-1950
ENVER MALKOÇ                                 1950-1954
MEHMET NURİ GİRİŞKEN                  1954-1955
ENVER MALKOÇ                                 1955-1960
ABDURRAHMAN ÇELEBİOĞLU         1963-1968
ENVER MALKOÇ                                 1968-1973
ABDURRAHMAN ÇELEBİOĞLU         1973-1977
İLKER ERGENE                                     1977-1980
FİKRET AKSOY                                    1984-1989
ERDOĞAN KAPLAN                            1989-2002
MAHMUT HALİLCİKOĞLU                 2002-2009
NAZMİ ÇOBAN                                     2009-2016

22 Temmuz 2016 Cuma

Saray Balçık Panayırı

Saray Balçık Panayır’ının ilk defa hangi tarihte açıldığı şimdilik belirlenememiştir.
Osmanlı belgelerinde Balçık Panayırı ile ilgili en eski belge 1874 yılına ait panayırın rüsumu ile ilgilidir. 1895 yılına ait bir başka belgede panayır mahallinin yüz sene evvel
Mahmud Nedim Paşa’ya verildiğinden bahsedilmektedir.
Ancak bu tarihlerde, bu mahalde bir panayır açılıp açılmadığını tam olarak tespit etmek mümkün değildir. Bilindiği kadarıyla, Balçık Panayırı, 19. yüzyıl sonlarında genellikle Ağustos ayının üçüncü veya dördüncü haftasında açılıyor ve bir hafta süre ile açık kalıyordu. Bu dönem, genellikle 13 Ağustos’ta başlar, 20 Ağustos’ta biterdi. Balçık Panayırı’nı, 25 Ağustos’ta açılan Türbedere-Çerkezköy Panayırı takip ederdi.
(Beytullah Demirtaş)


Eskidendi Çok Eskiden